9 Ocak 2012 Pazartesi

Kaçak

İnsan kendinden kaçar, insan kendine kaçak.. Bir sabah uyandım, nefes nefese. Nefes alamıyorum anne diye bağırdım içimden, dar geliyor bana bu küçük balıkçı şehri, dapdar, küpküçük. Benim yeteneklerim, benim beynim, benim hayallerim burada sıkışıyor, patlıyor, dayanamıyorum..
O gün gitmeye karar verdim. Nereye gidecektim, belki İspanya'ya.. çatısından yıldızları seyredebileceğim bir evim olacaktı. Küçük, kahverengi bir ev, gül kurusu çarşaflarım, salonda patchwork bir koltuğum, mutfağımda eski model yuvarlak hatlı bir buzdolabı.. İletişim okuyacaktım, belki yönetmen olurdum, belki reklamcı, enteresan senaryolar yazacaktım. Belki de yurtdışına gitmeme gerek kalmazdı, İstanbul'a giderdim. Kokusu başka şehrim benim.. Küçükken teyzemleri ziyarete giderdik, anneme "anne buranın kokusu ne kadar farklı değil mi, sende alıyor musun" derdim. Ben orada yaşamalıydım, çok seviyordum, bana dairdi sanki..
Aradan geçen yıllar hayallerimi bir bir gerçekleştirdi.. İstanbul'a yerleştim, İspanya'ya da tatil amaçlı gittim. Yıllardır İstanbul'da yaşıyorum ancak ne o beni büyüleyen kokudan eser var ne de ben mutluyum.
İstanbul insanların gönüllü kölelik yaptıkları, kendilerini zehirleyen, içlerini kurutan, duygularını öldüren, hergün onlara tecavüz eden..
Evet dediğim gibi İstanbul'u hiç mi hiç sevmiyorum. Farkettim ki, çocukken kendimden kaçıyormuşum. Mutsuzluğumu şehrime endekslemişim oysa mutlu olmanın ne olduğunu bilmiyormuşum. Hani sabah gözümü açsam, balkondan limanda yük boşaltan şileğleri, uçuşan martıları, ağ toplayan balıkçıları izlesem. Zaman yavaş geçiyor ya, burda zaman geçmiyor diye delirirdim, iki lokma kahvaltı etsem, iki yudum çayla.. İş güç derken haftasonu gelse.. Gazetemi alıp Tatlısu köy kahvesine kahvaltıya gitsem.. Çayıydı, kahvesiydi böreğiydi derken öğleni etsek, önümüzde balıkçı motorları, ötesi masmavi deniz, mis gibi toprak kokusu.. Önümde kediler oynasa, öyle İstanbul'daki gibi gözleri kör olmuş, yaralı bereli kediler değil, kanlı canlı, balık yemekten semirmişleri..
Tatlısu'da dedemin evi vardır, iki katlı, safran sarısı, önü bahçeli.. Küçükken hep kışları da orda oturmanın hayalini kurardım. Üniversitedeyken bir sevgilim vardı, ellerini tutunca kalbime kramplar girecek kadar aşıktım, çocukluk işte.. Onunla oraya gitmenin hayallerini kurardım, belki yaşardık da orda, neden olmasın.. Hayatta kendimi en iyi hissettiğim ev, evim.. Dedem Mimar'dır, kendi çizmiş planını. Bahçesinde üç zeytin ağacı, bir dut, bir vişne, bir nar ve koskocaman bir çam ağacı.. çam ile zeytin arasında koskocaman bir hamak. Şimdi yazları ananeciğim orda yalnız. Çocukluğumdan kalma anılarda dopdolu, yapayalnız bahçemiz..
Önünde küçücük koyu, bir tarafından kayalardan yapılmış küçücük mendirek, balıkçı kayıkları, bir tarafında altın kumlu sahil.. Denize girerdik, deniz analarını hiç sevmedim, sevemedim ama yosundan korkmamayı orda öğrendim. Üzerine üzerine dalardık yosunların, midyeli kayaların üzerinden göbeğimizi kesme pahasına geçerdik, suya dalar dakikalarca nefesimizi tutardık.. Babalar balık tutabilsin diye dipten deniz solucanı, deniz minaresi çıkarır, kayalardan eve midye toplar götürürdük, midyeli pilav yapsınlar diye.. Bahçede, midyeler ağızlarını açıncaya kadar saatlerce tüpte kaynatırdık.. sonra pilava dönüşene kadar üzerine limon sık hüplet!
Düşününce ne güzel geçmiş o düşünmek bile istemediğim, arkama bakmadan kaçtığım çocukluğum. Şimdi geri dönmek istiyorum desem, beni tekrar içine al desem.. Geç bilirim ama döndüm ben, bana da yer aç, bak kaçmıyorum artık kendimden, yüzleştim.. Artık kim olduğumu biliyorum ve ne istediğimi.. desem.. Beni tekrar kabul eder misin toprağına, bana kendim olarak mutlu olabilme şansı verir misin?

1 yorum:

Powered By Blogger
 
;